18.04.2013 Perşembe 01:57
Ömer ÇAMOĞLU-YAZETE.COM (RÖPORTAJ) Lost dizisini izlediyseniz, bir süre "Lost Sendromu"na tutulmuşsunuzdur muhtemelen. Bir süre ne yabancı filmlerden, ne de yabancı başka dizilerden keyif alamamışsınızdır. Çünkü çıtayı yükseltmişsinizdir bir kere... Benzer bir sendromu, Murat Menteş romanlarını okuduktan sonra yaşıyor insan. "Dublörün Dilemması" romanıyla edebiyat camiasında tüm dikkatleri üzerine çeken Murat Menteş, "Korkma Ben Varım" isimli ikinci romanıyla ise kendine has bir okur kitlesi kazandı. Yine aynı romanla 2009'da Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Romanı Ödülü'nü aldı. Kazara ya da tavsiye üzerine herhangi bir Murat Menteş romanını okuduysanız, ertesi gün gidip diğer iki romanı da tek kalemde satın alacağınız konusunda iddialıyım. Menteş'in ilk iki kitabının reklamını okurları yaptı. Elden ele geniş bir kitleye yayıldı. Okuyanlar okumayanlara tavsiye etti. Murat Menteş, uzun zamandır beklenen yeni romanını okuyucusunun beğenisine sundu: "Ruhi Mücerret."(APRİL Yayınları) Şu sıralar, en çok satanlar listesinde birinci sırada yer alıyor. Tabi soluğu Murat Menteş'in yanında aldık. Kendisiyle Kadıköy'de buluştuk. Ve, okumaktan keyif alacağınızı umduğumuz bir söyleşi çıktı ortaya. Öncelikle, röportajı biraz cımbızlayalım; "- Romanın gücü, okura birtakım hisler yaşatmasındadır: Korku, şefkat, merak, gerilim, neşe…" "- Hikayeyi gerçekçi, tutarlı ve çarpıcı kılmayı beceremezseniz, karakterleriniz şişme bebek gibi patlar." "- Benim hayranlarım yok, okurlarım var." "- İnanıyorum ki, genç okurlarım arasından, benden çok daha iyi romanlar kaleme alacak yazarlar çıkacaktır." "- Hile, kurumsallaşıyor. Tehdit, aşk, hatta avarelik bile kurumsallaşıyor." "- Finans kapitalizmi, parayı emek ve eserin üstünde bir yere konumladı. Dolayısıyla dünyanın en sıradan işi bile aslında artık bir entrika çemberi içinde yapılabiliyor." "- Romancılar ortaya koydukları yaklaşımlarla psikoloji, sosyoloji, politika, uzay bilimleri gibi birçok alanda öncülük etmişlerdir." "- İlk roman Avrupa’da değil, ondan asırlar önce Uzakdoğu’da yazılmıştır." “-'İzlemek' ile 'okumak' arasında büyük fark var. Roman okuru aktiftir. Romanı, okuyarak var eder." Ruhi Mücerret çok hareketli bir roman. Aksiyon, macera, sürpriz, aşk, intikam, hayal kırıklığı, şok… her şey var. Bu kadar hareketli bir hikaye ve bu kadar merak uyandırıcı bir kurgu oluşturmak sizce şart mı? Teşekkür ederim. Bu sözlerinizi iltifat kabul ediyorum. Öncelikle, bir romanın, hikayenin gücü bence okura birtakım hisler yaşatmasındadır: Korku, şefkat, merak, gerilim, neşe… Bir metin yazıyorsunuz ve ben okuyunca kahkaha atıyor veya ağlıyorsam, bu, metnin gücünü kanıtlar. Yazıdaki edebi sanatlar, anlatım titizliği, hikayeleme tekniği… elbette çok önemli. Fakat benim dediğim, zaten bunların ötesinde bir şey. Tabii ki düzgün yazacaksın. Tabii ki edebiyat yapacaksın. Fakat okurun duygularını da harekete geçirmen gerek. “Etkilemek” dediğimiz şey budur. Başka bir izahı varsa bana da anlatın. Siz hep sıra dışı karakterler yazıyorsunuz. Yetim bir albino, bir intikam işçisi, maske yapan bir mucit, tarihçi bir güzel kız… Şimdi de 100 yaşında bir gazi ile bir gözü mavi, diğer gözü kahverengi bir gencin hikayesini anlatıyorsunuz. Yazdıklarınızın bu kadar heyecan uyandırmasında bu enteresan karakterlerin payı yok mudur? Yoktur. Hem de hiç. Hikayeyi gerçekçi, tutarlı ve çarpıcı kılmayı beceremezseniz, karakterleriniz şişme bebek gibi patlar. Mesela “Uzaydan gelen bir palyaço varmış…” diye anlatmaya başlamak, zaten dezavantajlı bir durumdur. Kimse böyle bir şeye sırf hatır için inanmaz. Ona bir işlev yüklemeniz, onu hikayenin canlı bir unsuru, öznesi kılabilmeniz lazım. Yapamazsanız, yandınız. Sizinle alay ederler. Hiç acımazlar. Okuru iyi tanıdığınız söylenebilir mi? Bilhassa gençler, kitaplarınızı çok seviyorlar. Okurlarınız, hatta hayranlarınız hakkında ne düşünüyorsunuz? Benim hayranlarım yok. Fakat okurlarım var. Tabii ki, 16 veya 23 yaşında bir genç, benim romanlarıma duyduğu ilgiyi hayranlık olarak niteleyebilir. İnsanları kendime sıkı sıkıya bağlayacak bir yaklaşımdan özenle kaçınıyorum. Kimseyi yönetmek, yönlendirmek istemiyorum. Herkes kendi ayakları üzerinde durabilsin, hepimiz birer birey olabilelim, benim derdim budur. Bu nedenle, başka yazarlarla birlikte hareket ediyorum. Alper Canıgüz, Emrah Serbes, Kaan Çaydamlı, Murat Uyurkulak, Fatih Altınöz… gibi çok sayıda romancının eserlerini önemsiyor ve öneriyorum. Roman okuru, benim nazarımda çok değerli bir insandır. Beni, dünyadaki en iyi veya tek romancı sanmalarını istemiyorum. Benden çok daha iyi edebiyatçılar, yazarlar var. Romanlarımda da onları anıyorum zaten. Gene de hayranlarınız var, yani bu bir gerçek? Değil. Yanılıyorsunuz. Hepimiz, bir başkasının üslubundan, eserinden etkilenebilir, yani hislenebilir veya düşüncelere yönelebiliriz. Zaten, dedim ya, roman yazmanın amacı da budur. Etki uyandırmak. Fakat bir insanın bir diğerinin fanatiği, hayranı olması ancak, ilkgençlik yıllarında sanatla ilişkimizi hızlandırması bakımından bir işe yarayabilir. Okuyup beğenirsin, hoşlanırsın, çok seversin, fakat ben de insanım yani. İnanıyorum ki, genç okurlarım arasından, benden çok daha iyi romanlar kaleme alacak yazarlar çıkacaktır. Ruhi Mücerret hem edebi tatlar içeriyor, hem de hızlı akıyor, çabuk okunuyor. Bu, ilk iki romanınız için de geçerli. Yazarken nasıl bir formül uyguluyorsunuz? Kısa cümleler kuruyorum. Fakat kısa cümlelerle edebiyat yapmak zordur. Ben buna kafa yoruyorum. Keşif, buluş niteliği taşıyan veya umulmadık ifadeler yazmaya çalışıyorum. “Hız çağında yaşadığımız için böyle yazıyorum” gibi açıklamalarda bulunmuştum. Fakat aslında bundan o kadar emin değilim. Muhtemelen, 19.yüzyılda yaşasaydım, yine bu tarzda yazardım. Üç romanda da kahramanlar ilginç meslekler icra ediyorlar. Dublörün Dilemması’nda Şant-Ajans vardı. Korkma Ben Varım’da Padişah Yorganları ile intikam şirketi. Ruhi Mücerret’te ise hem Ruhi Bey’in kurtuluş törenlerine katılmasıyla oluşan acayiplik, hem de dehşetengiz bir reklam ajansı var. Neden böyle enteresan meslekler “icat ediyorsunuz?” Meslek, “yürünen yol” demektir. Ben, sanırım tuzaklı yollarda, tuzaklar kurarak ilerlediğimizi düşünüyorum. Hile, kurumsallaşıyor. Tehdit, aşk, hatta avarelik bile kurumsallaşıyor. Finans kapitalizmi, parayı emek ve eserin üstünde bir yere konumladı. Dolayısıyla dünyanın en sıradan işi bile aslında artık bir entrika çemberi içinde yapılabiliyor. Eskiden dolandırıcılık kabul edilecek şeyler, artık gündelik hayatın bir parçası ve kimse bunu yadırgamıyor. Mesela? Taksiye binersin ve taksici seni dolaştırır. Sucukların, salamların içinden toynak tozu çıkar. Binalarda deniz kumu vardır. Doktorlar firmaların baskısı altında reçete yazarlar. Dişçiler reklamlarda yalan söyler. Çocuklar için üretilen oyuncakların çoğu zehirlidir. Politikacılar ya ağız dalaşı yaparlar ya yalan söylerler ya da ikisi birden. Kumarhanelerde duvar saati bulunmaz, havaya oksijen pompalanır. Benzer şekilde, alışveriş merkezlerinde “tüketicileri” belli bir tempoda hareket etmeye yönelten müzikler çalınır. Gazetelerde haberin başlığı, fotoğrafı ile içeriği uyuşmaz… Normal kabul edilen bu gibi yüzlerce saçmalık arasında, benim tasarladığım meslek veya müesseseler aslında yadırganmamalı. Romanlarınızda çok sayıda sanat eserinden bahsediyorsunuz: Filmler, tablolar, tiyatro eserleri, müzikler… Aynı zamanda okurunuza bilgi ve düşünce de aktarıyorsunuz. Neden böyle? Hikayeler yalnızca olaylardan ibaret değildir. Olayların içeriğinde bulunan veya bizim bakışımıza etki eden bilgiler, yaklaşımlar da hikayeye dahildir. Ruhi Mücerret’te, bilişsel ve sanatsal unsurları daha derli toplu bir şekilde hikayenin içine katabildiğimi düşünüyorum. Ayrıca, romancılar ortaya koydukları yaklaşımlarla psikoloji, sosyoloji, politika, uzay bilimleri gibi birçok alanda öncülük etmişlerdir. Romanın bilimle, bilgiyle, sanatla ilişkisi zannedilenden çok daha yoğundur. Romanların filmlere, tiyatroya, çizgi romana uyarlandığı malum. Bunun yanı sıra romanlardan hareketle yapılan tablolar, şarkılar vardır. Romanın kuşatıcı bir tür olduğunu söylüyorsunuz. Bunu izah eder misiniz? “Roman, tüm türlerin toplamıdır” diyen kişi Mikhail Bakhtin. Bence bu, romanın “Batılı bir tür” olduğu yargısını da çürütüyor. Gerçekte de ilk roman Avrupa’da değil, Uzakdoğu’da yazılmıştır. Romanlar, bir nevi kader şeması, naylon kaderdir bence. Bir yandan bize kendi benliğimizi tanımada ve inşa etmede kılavuzluk ederken, bir yandan da bilmediğimiz yahut bildiğimizi sandığımız konuları ‘kavramamızı’ sağlarlar. Ve tabii, hayat ve kader hakkında derin fikirler edinmemize yardımcı olurlar. Siz, gerçek olaylardan uyarlanmış hikayelerden ziyade, hikaye ve romanlardan uyarlanmış bir hayat yaşamayı öneriyorsunuz. Ne demek bu? Terbiyeli olalım demek. Edebiyatı yabana atmak, toplumsal ve bireysel faydadan vazgeçmek anlamına gelir. Aile, evlat sevgisi, saygı, aşk, teselli, itiraz, tabiat sevgisi, kader, macera… birçok şeyi teknik olarak biliriz, fakat onları derinden kavramak için mesellere, kıssalara, hikayelere, romanlara ihtiyaç duyarız. Romanlar bizi inceltir, yumuşatır… Âşık olunca, sevdiğimize ne diyeceğimizi biliriz. Roman okursak, bir kriz anında nasıl davranacağımızı şaşırmayız. Çünkü romanlarda okuduk, gördük, biliyoruz yani. Peki aynı fonksiyonu filmler de icra etmiyor mu? Pek değil. Elbette filmler de bize bir ölçüde ilham verir. Fakat “izlemek” ile “okumak” arasında büyük fark var. Roman okuru aktiftir. Romanı, okuyarak var eder. Dolayısıyla, metni zihninde işler, hikayeyi canlandırır, kendi birikimi, hazırlığı nispetinde bir işleme tâbi tutar. Onu, kendine mal eder. Hazmeder, özümser… Hiçbir romanı iki kişi aynı şekilde algılamaz, okumaz. Böyle yani. e-Posta: omercamoglu@yazete.com Twitter: https://twitter.com/omeryazete