Başbuğ karar sonrası duygularını mektuba döktü

Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Ergenekon davasında aldığı müebbet hapis cezası sonrası duygularını yazdığı mektupta anlattı.

09.08.2013 Cuma 11:44

Genelkurmay Başkanı Necdet Özel'e, "Sessizliğiniz sürecek mi" diye soran ve "İnsan asılacak olsa bile, bunun bir asaleti, kuralı ve insana gösterilen saygı içinde olması gerekmez miydi?" diyen Başbuğ'un kendisine verilen müebbet hapis cezası sonrası duygularını anlattığı mektubu şöyle: ASILACAK OLSA BİLE Hürriyet.com.tr'de yer alan habere göre; İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, sanık yakınlarının ve seyircilerin 5 Ağustos 2013 günü yapılacak karar duruşmasına alınmayacağı yönünde bir karar aldı. Bu kararın duyulması, ülkede zaten mevcut olan gerginliğin daha da artmasına neden oldu. Karar usul yönünden de hatalıydı. Karar açık duruşmada açıklanmalı ve gerekçeleri de kamuoyuna belirtilmeliydi. Ancak, bu noktalar mahkeme için önemli değildi. Duruşma saat 09.00'da başlayacaktı, öğlen vakti başladı. Salon, milletvekilleri, basın mensupları ve avukatlar tarafından doldurulmuştu. Salonda, anormal derecede emniyet tedbirleri alınmıştı. Avukatlar ile sanıklar arasında jandarma ile adeta etten duvar örülmüştü. Avukatlar, sanıkları görebilmek için sıraların üstüne çıkmıştı. Acaba kendi ülkemizde mi yargılanıyorduk, yoksa düşman bir ülkede mahkeme karşısına mı çıkarılmış idik? Yoksa mahkeme bizi düşman olarak mı görüyordu? Özelikle, mahkeme sanıkların ne yapacağını bekliyordu? Tablo gerçekten acı, vicdanları rahatsız etmesinin ötesinde vahimdi. SESİ RAHAT DEĞİLDİ Mahkeme başkanı duruşmayı açtı. Hükmü açıklayacaklarını söyledi. Avukatların sözlerini, çağrılarını, dinlemedi, duymadı. Konuşurken sesi gergindi, rahat değildi, endişeli görünüyordu. Sanıklar ise genel olarak rahat ve sakin idiler. En azından öyle görünmeye çalışıyorlardı. Bir kısmı kendileri için verilecek karardan emindiler, bir kısmı ise, belli etmemelerine rağmen verilecek karara ilişkin olumlu ümitler taşıyorlardı. Mahkeme başkanı, kararın ayakta dinleneceğini, ancak rahatsız durumda olanların oturabileceklerini söyledi ve kararı okumaya başladı. Salonda büyük bir uğultu vardı. Söylenenler anlaşılmıyordu. Ön sıradakiler oturuyordu. Gerilerde olanların bir kısmı ise okunan kararı işitebilmek için ön sıraya yanaşmış ve orada büyük bir yığılma oluşmuştu. Birisinin elinde de bir Türk bayrağı vardı. Ön sıraya yanaşmış eliyle kulağına destek sağlayarak, hakkında verilen hükmü anlamaya çalışan fakat anlayamadığı veya tam işitemediği için hakkındaki kararın bir defa daha okunmasını isteyen sanıkların olduğunu gördüm. Hüküm açıklama tutanağı, sanık isimlerine dayanılarak harf sırasına göre hazırlanmıştı. TOMBALADAN ÇIKAR GİBİ   Ancak, okunma sırası bilerek sırası karıştırılmıştı. İsimler, adeta tombala torbasından çekilerek çıkıyordu. Kamuoyunun dikkatini çekebilecek isimler, sonlara bırakılmış ve birbirlerinden ayrılmıştı. Örneğin benim ismim Mehmet Haberal'dan hemen sonra 163. sırada olmasına rağmen, daha sonraki sıralara alınmıştı. Sanıkların, isminin ne zaman tombala torbasından çıkacağını beklemesi adeta bir işkenceye dönüştürülmüştü. Bu tablo, 21. yüzyıl Türkiyesi'ni çok gerilere götüren bir şekildeydi. İnsan asılacak olsa bile, bunun bir asaleti, kuralı ve insana gösterilen saygı içinde olması gerekmez miydi? Hakkımda açıklanan kararı, yakınlarımın olmadığı salonda, sakin olarak dinledim. Diğer kararların da okunmasını dinlemeye devam ettim. Ancak, ne zaman ki sanık Osman Yıldırım hakkındaki beraat kararları okundu, artık o salonda bulunmanın kendi şahsiyetime hakaret olacağını düşünerek kalktım ve kararı alkışlayarak salonu terk ettim. Buraya kadar sizlere 5 Ağustos günü mahkeme salonunda yaşananları, ortaya çıkan çirkin, acı, insafsız, insan haysiyetini yerle bir eden durumu anlatmaya çalıştım. Gelelim, açıklanan hükmün, yani kararın incelenmesine: Hüküm tutanağında benim için şunlar yazılmıştı: BENİM İÇİN YAZILANLAR "Sanık, Mehmet İlker Başbuğ hakkında TCK 314/1. ve 312/1. maddeleri gereğince ayrı ayrı cezalandırılması talebi ile Kamu davası açılmış ise de, sanığın eylemleri bir bütün halinde TCK 312/1. maddesindeki suçu oluşturduğu anlaşıldığından, sanığın eylemine uyan, 'cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek suçunu işlemiş olduğu sabit olduğundan, TCK 312/1. maddesi gereğince ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılması, yargılama sürecindeki tutum ve davranışları nedeniyle, ceza indirimi yapılarak neticeten müebbet hapis cezası ile cezalandırılması". TCK 314/1. maddesine göre silahlı terör örgütü kuran veya yöneten kişilerin 10 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması gerekmektedir. TCK 312. maddesi ise, hükümete karşı işlenilen suçu kapsamakta olup cezası ise ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Hakkımda verilen kararda şu söylenmektedir: Mehmet İlker Başbuğ, terör örgütü yöneticisidir. Çünkü, terör örgütü yöneticisi suçlaması ile açılan kamu davasının düşmesi için, mahkemenin TCK'nın 314/1. maddesine dayanılarak yapılan atılı suçtan beraat kararı vermesi gerekmekteydi. Ayrıca terör örgütü yöneticisi, terör örgütü üyesi gibi herhangi bir şekilde iddia edilen yapılanma ile ilişkilendirilemeyen kişilerin Ergenekon davası içinde yer alması söz konusu olamaz. TCK 312/1. maddesindeki suçu işlemiştir. Cezası ise ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Yargıtay içtihatları da dikkate alınarak, Mehmet İlker Başbuğ terör örgütü yöneticisi olmasına rağmen, ayrıca bu suçtan da cezalandırılmasına gerek yoktur. BAŞBAKAN'IN SÖZLERİ İnternet Andıcı davası kapsamında sanık yapılan, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhında görev yapan diğer silah arkadaşlarımıza yöneltilen suçlamalar ile verilen cezalar ise şöyledir: Genkur 2. Bşk., Hrk.Bşk., Gn.P.P. Bşk. ile iki şube müdürü örgüt yöneticisi olarak kabul edilmişler ve TCK 312/1. maddesi gereğince müebbet hapis cezası ile cezalandırılmışlardır. Gnkur.İsth.Bşk., Mu. ve Elk.Sis.Bşk., Adli Müşaviri, İsth.D.Bşk. ile diğer şube müdürleri örgüt üyesi olarak kabul edilmişler ve TCK 314/2. maddesi gereğince 7 yıl 6 ay ile 10 yıl arasında değişen cezalar ile cezalandırılmışlardır. Görüleceği gibi; Genelkurmay Karargâhı'nda bulunanların bir kısmı terör örgütü yöneticisi, diğerleri ise terör örgütü üyesi durumundadır. Yani, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Başkomutanlık Karargâhı bir terör örgütü karargâhıdır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Komutanı ise terör örgütü yöneticisidir. Şimdi, burada duralım, nefes alalım ve haklı olarak şu soruları soralım: Sn. Başbakan 1 Şubat 2013 günü Habertürk televizyonunda şöyle konuştu: "Evet, diğer generallerimiz emekli olsun, muvazzaf olsun, yani hiçbirisine bir defa kalkıp da, yani bir alışılmış anlamda bir 'terör örgütü mensubu' demek bir defa çok ciddi bir yanlıştır, yani bu affedilemez. Yani şu an kendileri bulundukları makam itibarıyla, yani kendilerini sağlam da görseler dahi tarih onları affetmez. TSK bir örgüttür ama terör örgütü değildir. Anayasal bir örgüttür." Oysa, 13. Ağır Ceza Mahkemesi, bu konuşmadan neredeyse 6 ay sonra vermiş olduğu kararla, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı'nda üst düzey görev yapanların bir bölümünün 'terör örgütü üyesi' başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere bir bölümünün ise 'terör örgütü yöneticisi' olduklarına karar verip açıklamıştır. Bu durumda akla şu gelmez mi; yasama organında, yani TBMM'de çoğunluğu ellerinde bulunduranlar ama mahkemenin yaptığı bu tarihi hatayı önlemek üzere gerekli yasal düzenlemeleri bugüne kadar yapmayanların ileride de yapmamaları halinde, onlar hakkında ne düşünülecek, neler yazılacaktır? PROFESÖRLERİN SÖZLERİ Sn. Prof. Dr. Sami Selçuk 7 Ağustos 2012 günü verdiği bir röportajda şunları söyledi: "Genelkurmay Başkanı, Başbakan'a karşı sorumlu. Şimdi siz Genelkurmay Başkanı'nı terör örgütünün başıdır diye tutuklarsanız bunun sadece hukuki değil, siyasal sonuçları da olur. Bir Genelkurmay Başkanı'nın bir örgütün başı olabileceğini benim aklım almıyor. Hukuki olarak sorarsanız, bunun güneşin batıdan doğması kadar doğa dışı bir şey olduğunu düşünüyorum. Daha en yakın arkadaşını değerlendiremeyen birisi Başbakanlık yapamaz." Sn. Prof. Dr. İzzet Özgenç de 'Suç Örgütleri' kitabındaki dipnotta şunları yazdı: 'Genelkurmay Başkanı'nı terör örgütü yöneticisi olmaktan dolayı asla suçlayamazsınız. Aksi takdirde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ve bu devletin kurum ve kuruluşları arasında uyumlu çalışmayı sağlamakla görevli kamu otoritesinin varlığını inkâr etmiş olursunuz.' KAMUOYU TATMİN OLMAZ İki saygın hukuk adamının değerlendirmeleri böyledir. Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulu'nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. 26'ncı Genelkurmay Başkanı'nın atanması teklifini yapan ve onunla çalışan Bakanlar Kurulu üyeleri ile yapılan atama teklifini onaylayarak atamayı gerçekleştiren ve birlikte çalışan Sn. Cumhurbaşkanı'nın; iki saygın hukuk adamının yapmış olduğu bu değerlendirme hakkında ne düşündüklerini elbette kamuoyu merak etmektedir. 13. Ağır Ceza Mahkemesi vermiş olduğu bu kararla, 26'ncı Genelkurmay Başkanı ile Genelkurmay Başkanlığı Karargâhının üst kademe yöneticilerini terör örgütü yöneticisi veya terör örgütü üyesi olmakla suçlamış ve cezalandırmıştır. Bu karar tartışmasız şekilde, Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal bir kuruluşu olan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Başkomutanlık Karargâhını ve dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yasadışı silahlı bir terör örgütü olarak ilan etmektedir. Aksini düşünmek, konuyu saptırmaya çalışmak ve yalan yanlış önyargılı yorumlarla savunmaya kalkışmak akıl, mantıkdışı olup, kamuoyunu da asla tatmin etmez. Unutulmasın ki; Genelkurmay Başkanı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin komutanıdır. Kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yöneltilen haksız, asılsız ve ağır saldırılara karşı da kurumunu korumak zorundadır. Bugün, Genelkurmay Başkanlığı makamında oturan komutan, verilen bu kabul edilemez karar karşısında, kurumsal sorumluluğu gereği olarak, Sn. Başbakan'ın da kabul etmeyerek tepki gösterdiği bu konuda, devam eden sessizliğini sürdürecek midir?