25.08.2017 Cuma 11:35
Almanya’nın iki yıkıcı dünya savaşının ardından kaydettiği gelişimle Avrupa’nın motor gücü haline geldiği, yıllardır kabul gören bir görüş. Ülkenin uzun yıllar boyunca dünyanın en büyük ekonomileri arasında yer alıyor oluşu da bunun en büyük kanıtı. 1990 yılında dünyanın en büyük üçüncü ekonomisine sahip olan Almanya, 2010 yılına gelindiğinde dördüncü sırada yer alıyordu. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) Nisan 2017 verilerine göre, 3,4 trilyon dolarlık gayri safi yurtiçi hasılası (GSYH) ile halen dördüncü sıradaki yerini korurken Avrupa’nın da en büyük ekonomisi konumunda. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yakaladığı ekonomik başarı büyük ölçüde endüstrisine, mali disiplinine ve refah politikalarına bağlı görünüyor. Yüksek kalite ve ileri teknolojiye sahip ürünleri sayesinde de ihracatçı ülke olarak anılıyor. Endüstrisinde en çok öne çıkan sektörlerin otomotiv, elektrik-elektronik, makine ve kimya endüstrisi olduğu biliniyor. 2008 küresel ekonomik krizi kırılma noktası oldu 2008 yılında ABD’de patlak veren Mortgage krizinin de etkisiyle Avrupa’da baş gösteren kriz, yüksek kamu borçlarına sahip Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesine neden oldu. Söz konusu ülkelerin içine girdiği darboğaz kısa sürede bütün avro bölgesine yansıyarak etki alanını genişletti. Bundan en fazla etkilenen ülkelerden biri de şüphesiz Avrupa’nın sanayi devi olarak anılan Almanya oldu. Çünkü Almanya'nın ihracata dayalı bir ekonomiye sahip olması, ülkeyi dışarıdan gelen şoklara karşı zayıf hale getiriyor. Ortak para biriminin sağladığı avantajla avro bölgesinin kurulduğu günden itibaren ihracatını artırarak refah seviyesini yükselten Almanya, avroyu kurtarmak adına, krizin yaşandığı ülkelere mali destek sağlanmasına karşı çıkmayarak en fazla fon sağlayan ülke haline geldi. Krizin etkisiyle, ticaretinde en fazla paya sahip olan bölge ülkelerine yaptığı ihracatta da gerileme kaydeden Almanya, kısa sürede toparlanma eğilimi göstererek yüksek kişi başı milli geliri ile İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı devletlerin önünde yer aldı. 2007 yılından 2016 yılına kadar kişi başına düşen milli gelirini sürekli olarak artırması, 2010 yılında dünyanın dördüncü büyük ekonomisi olması ve 2017 yılında halen listedeki bu konumunu koruması, toparlanmanın kanıtı olarak gösteriliyor. Milli gelirdeki artış, her kesime aynı oranda yansımıyor Ancak Şansölye Merkel’in, Almanya’nın şimdiye kadarki en iyi günlerini yaşadığı yönünde yaptığı açıklamalar, ülkede büyük tartışma konusu haline gelmiş durumda. Bunun nedeni ise ülkede ihracat rakamları, istihdam oranları ve kişi başına düşen GSYH oranları artarken ve ekonomi pozitif yönlü seyrederken bundan faydalanan bir grup ve rahatsız olan bir diğer grubun ortaya çıkması. Alman ekonomisine ait işsizlik rakamları, 2000’li yılların başından beri AB ülkeleri arasındaki en düşük seviyede. Buna rağmen yoksulluk oranının artıyor oluşu, ülkede bir şeylerin ters gittiğinin net bir göstergesi. 1990'lı yılların başında yüzde 11 seviyelerinde olan yoksulluk oranı, 2015 yıl sonu itibariyle yüzde 16 seviyesine yaklaşmış durumda. Bu da işsizlik oranları azalırken, yoksulluk seviyesinde orantılı bir iyileşme olmadığı anlamına geliyor. Ayrıca bundan 20 yıl önce, düşük gelirli insanların yaklaşık yüzde 60’ı yüksek gelirliler grubuna yükselebilmişken, bugün bu olasılığın oldukça düşük olduğu görülüyor. Bugün Almanların yüzde 40’ı hiçbir mal varlığına sahip değil; buna banka tasarrufları da dâhil. Ülkede konut sahibi olma oranı da diğer AB ülkeleri arasında en düşük seviyede. Ekonomik büyüklük olarak Avrupa’nın lideri olan Almanya’da, halkın büyük bir kısmı kendi evini satın alamadığı için kirada oturmak zorunda kalıyor. Merkel’in, şimdiye kadarki en iyi günlerini yaşadığı yönünde iddiasının diğer bir gerekçesi de ülke ekonomisinin bir süredir ticaret fazlası veriyor oluşu. Öyle ki Almanya 2016 yılında 294 milyar dolar ile dünyada en yüksek ticaret fazlası veren ülke konumuna geldi. Ülkenin ticaret fazlası vermesi, ihracat miktarının ithalat miktarından fazla olduğu anlamına geliyor; yani ülkeye yönelen net bir sermaye akışı söz konusu. İlk bakışta olumlu gibi görünen bu parametre yakından incelendiğinde olumsuz yönlere sahip olduğu da açıkça görülebilir. Ekonominin fazla vermesi aynı zamanda tasarruf oranlarının da fazla olduğu anlamına geliyor. Hızla yaşlanan bir topluma sahip olduğu düşünüldüğünde, bireysel tasarrufların artışına açıklama bulunabilir. Ancak mal varlığına sahip olmayan kesimin yaklaşık yüzde 40’lık bir büyüklüğe sahip olduğu göz önünde bulundurulduğunda, uzun dönemde toplam tasarruflarda nasıl bir eğilim olacağı belirsiz. Almanya’nın hane halkı başına düşen ortalama gelir düzeyi Avrupa ortalamasına oldukça yakın olsa da, yüksek gelir düzeyine sahip kesimin daha da zenginleştiği biliniyor. Ülkedeki mal varlığının büyük bir kısmı zenginler tarafından kontrol edilmekte. Bunun temel sebebinin ise vergi politikaları olduğu düşünülüyor: Yüksek gelir grubunda yer alan kişiler gelirlerine oranla, düşük ve orta gelirlilerden daha az vergi ödüyor. Ayrıca miras kanunları da iş yeri sahiplerini kayırıyor. Varisler iş faaliyetini sürdürme sözü verdiği takdirde, vergiden büyük ölçüde muaf tutuluyorlar. Bu da yüksek gelir grubuna sahip kişilerin daha da zenginleşmesine yol açıyor. Küreselleşme ve gelişen teknolojiyle birlikte insan gücüne daha az ihtiyaç duyulması da kazancı etkileyen bir diğer faktör. Ekonomisi sanayiye dayanan Almanya gibi bir ülkenin bu süreçten, yani zenginin daha zengin fakirin de daha fakir hale gelişinden etkilenmemesi düşünülemez. Almanya'da gelir dağılımı bozuluyor Genel olarak Alman ekonomisinin bugünkü durumuna baktığımızda, üreten, ihraç eden, istihdamın fazla olduğu bir tabloyla karşılaşıyoruz. Ancak gelir dağılımındaki eşitsizlik en göze çarpan sorun haline gelmiş durumda. Refahın ve mal varlığının adil olmayan biçimde dağıtılıyor olması, yüksek gelirli kesimin daha çok zenginleşmesine, düşük gelirli kesimin ise daha da yoksullaşmasına neden oluyor. Yüksek gelire sahip grubun harcama yerine tasarruf yapmayı tercih etmesi ve düşük gelirli kişilerin daha da yoksullaşması, bunun sonucu olarak da harcama miktarlarının azalması söz konusu. Yaklaşan seçimler Merkel’in politikalarının ve ülke ekonomisi konusunda izlediği tutumun daha da öne çıkmasına neden oluyor. Şansölye Merkel, göreve geldiği ilk günden itibaren korumacı bir ekonomi politikası belirleyeceğini açıkça dile getiren ABD Başkanı Donald Trump karşısında, serbest ticaretin en ateşli savunucularından biriydi. Dolayısıyla Almanya’nın gittikçe artan dış ticaret fazlası, aynı zamanda küresel ticari dengeleri de tehdit ediyor. Böyle bir süreçte, sürekli ihracatını artıran Alman ekonomisi diğer ülkelerin açık vermesine ve borçlanmasına neden oluyor. Bu sebeple, seçinden sonra göreve gelecek hükümetin izleyeceği ekonomi politikaları dünya gündemini de yakından ilgilendiriyor. Artan zenginleşmeden en çok zarar gören ve yoksulluk seviyesi gittikçe artan düşük gelirli kesimin en büyük beklentisi ise refah düzeyinin artırılması.